27 Aralık 2013 Cuma

Sen Fareler İçin Bitki Al, Rahmi Amcanın Kafasını Uzaylılar Çalsın

Adamın biri evine, evdeki fareleri yemesi için bir bitki satın almış. Bir zaman sonra bitki tüm evi sarmış. Kapıdan bacaya, bacadan avluya, ta sokağın bir diğer ucuna kadar… Böyle olunca evde fare namına bir şey kalmamış. Böyle bir bitkiye ihtiyaç duymasının sebebi yine fareleri yakalaması için aldığı küçük kediymiş. Misafirperver bir mizaca sahip olan kedi, fareleri yakalamak şöyle dursun onlar için dolaptan peynir bile aşırdığı oluyormuş.  Evin içinde kediden önce yine fareleri yakalaması için yanlışlıkla satın aldığı bir de köpek varmış. Bunlardan çok daha öncesinde kendisine hediye gelen bir bukalemun da varmış ama o da kim bilir şu anda neredeymiş. O karışıklıkta belki üstüne oturmuş bile olabilirlermiş. Belki de bukalemun çoktan gitmiştir evden. Bunu bilmiyoruz.

Kedi köpeğe dalaşır, köpek kediyi kovalar günlerini bu şekilde geçirirlermiş. Ama sadece eğlenmesine… Esasen kedi, köpeğin kardeşi gibiymiş. Köpek onu mahalle kedilerinden korurmuş. Kedi de bundan cesaret alıp ona buna dalaşırmış. “Miyav! Miyav! Maaaaruuuuuuurrrrrr…” Bu şekilde. Sonrasını zaten siz de biliyorsunuz: “Feukreaakrrr-kreeoo!” ya da “Khreoooourururuuu” Aynen böyle.

Lakin ne kedinin, ne köpeğin, ne de fare meraklısı bir bitkinin öyküsü bu.

Bu evin hemen arka sokağında Şukufe isimli bir teyze otururmuş. Teyze’nin kocası bundan on sene evvel başına düşen bir meteor sonucu terk-i diyar eylemiş. Teyzenin sürekli bu olaydan dolayı duyduğu pişmanlığı anlatmadan geçemeyeceğim. Çünkü o gün adamı evden şu sözlerle kovmuş:

“Git pişmaniye al da gel! Canım pişmaniye istedi! Hadi, defol!”

Ömrünün en büyük hatasıymış bu. Ama nerden bilsin değil mi? İşte.

Kader böyle bir şey olmalı. Sen gel, onlarca ışık yılı ötedeki, milyonlarca yıl önce patlamış bir gezegen artığı, adamın kafasını bul!

Rahmi Bey hemen oracıkta rahmetlik olmuş ve bu olayın ardından Şukufe Hanım kafayı yemiş. Kocasının arada sırada kendisini ziyarete geldiğini filan iddia ediyormuş. Soranlara:

“Cesedinin kafası yoktu. Peki, kafası nerde? Söyler misin komşu. Neredeydi beyni benim beyimin? Bence uzaylılar kaçırdı Rahmiciğimin kafasını. Eve tevet. Kafan kopsun demeseydim keşke. Duaların kabul olacağı vakitmiş. Keşke demeseydim. Ah keşke demeseydim! Gelirken pişmaniye al da gel demiş idim. Pişmaniyeyi de yiyemeden gitti yiğidim…”

Bu yüzden ne zaman bir pişmaniye görse pişmanlıktan hüngür hüngür ağlar imiş Şukufe Hanım. Baklava ya da kadayıf gördüğü zaman biraz hüzünlenir; lokma tatlısı gördüğü zaman içlenirmiş. Sütlaç ya da kazandibinin konuyla çok da alakası yoksa da bahsi geçince hafif hafif içi sızılar, fıstık ezmesi ya da fındık ezmesi gibi tatlıları da hiç düşünmeden afiyetle midesine indirirmiş.

Zaten fıstık ezmesi yemekten dolayı da hayli kilo almış. Artık kapıdan çıkamadığı için uzun süredir oturma odasında oturmaktaymış. Mahalledeki çocuklar ona Dev Anası diyorlarmış. Ama bunun asıl sebebi kiloları değil; oğlunun gerçek bir dev olması imiş. Hatta “Ufacık kadın bunu nasıl doğurdu ayol” diye (ki o zaman çok ufakmış) kadınlar aralarında konuşurlarmış.

Dev Bey, çocukken iki metre boyunda imiş… Şimdiki boyunu siz düşünün. Belki beş metre… On metre. Sonuçta nasıl bir dev ise bu… On beş metre. Belki yirmi. Birinin bana söylediğine göre dev ile konuşmak için megafon şartmış.

Birisi de az önce dedi ki. “Onu küçükken zürafalar bulup, yetiştirmiş”

“Atma” dedim. “Evet, atıyor olabilirim” dedi. “Olabilirsin” dedim. Öyküye karışmayın.

Aslında çok lüzumlu görmediğim için değinmemiştim ama Şukufe Teyzenin evinde bazı hayaletler de varmış. Fakat kimseye gözükmedikleri için kimsenin bu hayaletlerden haberi yokmuş. Rahmi Bey mi? Hayır, onun kafasını uzaylılar kaçırmış.

Şimdi derin bir nefes alın ve öykünün adına aldanıp da bu öykünün Şukufe Teyze hakkında olduğunu filan sanmayın (ve Dâhili Martılar da nedir?) Lütfen… Hikâyemiz aslen Şukufe Teyzelerin iki apartman ötesinde oturan Bilge Adam ve çivisi hakkındadır, hazır olun:

Kafası dalgın mı dalgın ama gözleri derin mi derin bakan, Haşmet adında bir adam varmış. İşte bu kişi az önce Bilge Adam dediğim.

Bir gün Bilge Adam yerde kocaman bir çivi bulmuş. Ama çok büyük… Buraya desen değil, oraya desen değil. Peki nereye?

Ardından bir karara varmış ve çiviyi boynuna asmış.
“Bu nedir?” diyenlere de:
“Bu dünyanın çivisidir” dermiş.
“Hahahaha! Taksana o zaman yerine de dünyanın çivisini her şey yoluna girsin!” derlermiş onlar da.
Ve Bilge: “Takacağım yeri bilsem boynuma asar mıydım?” diye cevaplarmış bu soruyu.
Hep aynı soruyu soruyorlarmış ama hep.
Bir keresinde dayanamamış ve soruyu sorana:
“Bu çiviyi takacağım yeri ben biliyorum, dön… Dön!”
Yahu. Bilgeyi de delirttiniz…
“Sakin ol” demişler. Dalga mı geçiyorsunuz adamla?

Bu olaydan sonra hastaneye kapatılan Bilge Adam, doktorların çok ilgisini çekmiş ve kısa bir süre sonra aralarında bayağı popüler olmuş. Ünü daha sonra diğer bilim adamlarına da yayılmış ve herkes Bilge Adamı konuşur olmuş. Bilge Adamı hastaneden çıkarıp evine yollamışlar fakat çivisini geri vermemişler. Öyle ya, çivi dünyaya aitmiş.

Bu konu üzerine hassasiyetle eğilen bilim adamları araştırmışlar tarattırmışlar ve çivinin nereye çakılması gerektiğini tespit etmişler. Fakat çiviyi kimin çakacağı konusunda bir türlü anlaşmaya varamıyorlarmış. Böyle durumlarda mutlaka içlerinden biri ortaya çıkar ve yüksek sesle: “Kura çekelim!” der; herkes de bu fikri kabul eder. Öyle de olmuş.

Fakat olayı biraz abartmışlar, çekiliş tüm dünya genelinde yapılmış.
Kura sarı sakallı bir adama çıkmış, ama adamın bıyığı hiç yokmuş. Sadece sakal.

Ve gün gelince çivinin çakılacağı noktaya toplanmışlar. Her yer bilim adamı doluymuş. Ortalarında da sarı sakallı bıyıksız bir adam…

“Burası mı?” diye sormuş sarı sakallı. Hayır bıyık yok.
“Evet. Burası o noktadır. Büyük bir hassasiyetle hesapladım” demiş bir bilim adamı gururla öne çıkarak.
“Çakıyorum” demiş.
“Çak! Çak!” diye desteklemişler diğer bilimciler.
Durmuş. “Bir şey olmaz değil mi?” demiş.
“Hayır hayır olmaz”
“Bir şey olmayacaksa niye çakıyorum?”
Haydaa… Bunun üzerine başka bir bilimci öne çıkıp açıklamaya başlamış:
“Sana olacakları söyleyeyim: O çiviyi çaktığın zaman,
İnsanlar birbirlerini sevecek ve sayacaklar.
Dürüstlük, erdem ve bilgelik salgın gibi yayılacak.
İnsanlar birbirlerine hürmetli,
Hürmetliler neşeli.
Neşeliler pek keyifli olacaklar”mış.
“Hm… Çakıyorum o halde” demiş.
“Çak!” demişler.
Çekici eline almış ve:
ÇAK! Çakmış…
Ardından yer çatırdamaya, gök gürlemeye başlamış.
Bu olaydan sonra dünya ortadan ikiye ayrılmış.

Ortadan yarılma çizgisi tam da bizimkilerin sokağından geçiyormuş. Şukufe teyzenin evi ayrılmaya başlamış. Kapı dünyanın diğer tarafında kalmış. Teyze sonunda özgür kalmış fakat… O da nesi? Uzaylılar evin tam da altında saklanmasınlar mı? Şu işe bakın! Yer yarılınca hepsi ortaya çıkmış. Rahmi Beyin kafası da elbette ellerindeymiş. Şukufe Teyze:

“Ben demiştim!”

Uzaylılar Rahmi beyin kafasını geri vermek istememişler. Çünkü bu onlar için çok önemli bir şey. Ama Şukufe Teyzenin iri cüssesi ve oğlunun da bir dev oluşu onları biraz korkutuyormuş da. Bu konuyu kurul gündemine taşıyacaklarını söylemişler.

Bilge adam kafayı yediği ve ardından da çivisi elinden alındığı için evinden hiç çıkmayıp sürekli duvarda asılı duran tabloyu tutan çiviye bakıyormuş:

“Belki de o çivi bu çividir?”

Derken duvar kendinden uzaklaşmaya başlamış. Yerin yarıldığını sonradan fark etmiş. Aşağıya eğilip bakmış; dünyanın ta öbür ucu görünüyor. Ardından da uzay…

“Henüz çok geç olmamış olabilir. O çiviyi mutlaka almalıyım” diyerek karşıya atlamış fakat tutunamayarak aşağıya uçmuş. Dünyanın merkezine vardıktan sonra da sonsuza kadar yukarı düşmüş.

Öykünün başındaki sokağın iki yanına uzamış olan bitki  de dünya ortadan ikiye ayrılınca dalları aşırı gerilerek bir bir kopmuş: Flop-Pof!

Meğerse bitki, fareleri içindeki ortamda korumuş ve canlı kalmalarını sağlamış. Fakat bitkinin içinde fareler tuhaf bir adaptasyon geçirmişler. Bu yüzden bitki koptuktan sonra her yerde, tüylü küçük bir balon gibi pembe fareler uçuşuyormuş.

Evin köpeği başını oynatarak suratının etrafında uçuşan pembe fareyi savuşturmuş. Dünyanın diğer tarafında kalan yoldaşı; kediye bakıyormuş. Köpek, kediyi artık koruyamayacağı için kedinin etrafını diğer kediler sarmaya başlamışlar.

Köpek, az sonra gerçekleşecek manzaraya dayanamayacağı için arkasını dönmüş. Diğer kediler birden bizim kedinin üstüne atlamışlar: “Vrouuvvv, uuuuvriyuvv fkarraee!”

Köpek uzaklaşırken sesler hala kulağına geliyormuş. Gitmiş de gitmiş, gitmiş de gitmiş, ama sesler kulağından asla silinmemiş.

Hikâyemizde sadece kötü şeyler olmuyor. Şukufe Teyze tasavvuf diyetiyle zayıflamış ve kocasının kafasını uzaylıların elinden geri alıp, ona ‘kafalı’ bir cenaze töreni düzenleme imkânı bulmuş. (Akrabaların çoğu dünyanın diğer tarafında kaldığı için kalabalık bir cenaze töreni olacağını beklemeyin derim)

Cenazede Şukufe Teyze ve martılar dâhil herkes ağlamış… Şimdi az önce fark ettim de. Başlıktaki yazı: Martılar Dâhil olacak bence. Şukufe Teyze ve Martılar Dâhil. Aynen böyle. Dâhili Martılar değil. Yanlış yazılmış.

Ve dünya bir o yana bir bu yana hızla uzaklaşmış. Herkes kendi kaderine doğru yol almış, tıpkı her zaman olduğu gibi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder